İnsan, Yol ve Araştırma: Rastlantılarla Dolu Üçlü Denklem
Kurucu Ortağımız Ahmet Güler kaleme aldı: "Anlatmayı arzu ettiğim hikayeler; farklı araştırma projelerimizin tam göbeğinde soluk soluğa koştuğumuzda karşılaştığımız insanlara dair.."
İşimizin hiç kuşkusuz en cazip tarafı bu. Bir marka için yurtdışında pazar araştırmaları yaparken deneyimler biriktirmek. Sadece ticari deneyimlerden bahsetmiyorum elbette; dost, anı ve pek tabii insan hikayeleri biriktirmek. İnsan dediğimiz mefhumun davranış kodlarını çözmeye çalışmak, çalışırken şaşırmak, hep şaşakalmak..
Anlatmayı arzu ettiğim hikayeler; farklı araştırma projelerimizin tam göbeğinde soluk soluğa koştuğumuzda karşılaştığımız insanlara dair. Tanış olmak isteyen, tanış olmak istediğimiz; farklı renkler, diller, kültürler ve dinlerde kendini arayan, bazen bulan bazen de bulamayan insanlara dair..
Geçtiğimiz mayıs ayında sektöründe lider ve güçlü bir Türk markasının pazar araştırması için Katar’ın başkenti Doha’ya gittik. Uçaktan inmemizle kavurucu sıcağın bizi kıskıvrak yakalaması bir oldu ve dönene kadar peşimizi hiç bırakmadı. Çölün ortasına Dubai’dekilerin bir kopyası olan gökdelen kervanı dizilmiş. Sıcağın asfaltla birleşmesi insanı yakan cinsten.
Tarihi ve kültürel bağlarımızın yanı sıra son yıllarda siyaseten ve ekonomik olarak da yakınlaştığımız Katar’da, partner şirketimiz hedef gruplarla mülakat ve anketler gerçekleştiriyor, söz konusun mülakatın bir kısmına biz de katılıyorduk. Zaten araştırmalarımızın istisnasız tamamında İstanbul ofimizden bir veya iki arkadaşımız ilgili ülkeye gidiyor, çalışmalara yerinde eşlik ediyor ve sahanın iklimini teneffüs ediyordu. Açıkçası isabetli stratejiler geliştirmemizin en yalın ve apaçık sırrı da buydu. Sahanın tozunu yutmak, ürüne ve pazara dokunmak bir araştırmacı için ülke fark etmeksizin olmazsa olmazdı.
Doha’yı bilenler bilir, ulaşım sorunları yaşayan bir şehir. Aşırı zenginlik toplu taşımayı asgari düzeye çekmiş, her hanede en az 3-4 adet lüks 4*4’ler, 8 silindir dev jipler trafiği durma noktasına getirmiş. 2 milyonluk şehrin efendileri olan Katarlıların sayısı yalnızca 200 bin. Geri kalan 1 milyon 800 bin kişilik kitle ise birçoğu Hindu, Bengal, Filipinli ve Pakistanlı yani Güney Asya Pasifik ülkelerinden çalışmak için göç etmiş insanlardan mürekkep çok yoksul bir kitle. Zaten Katarlıları akşam serinlik çökmeden görmenin imkanı yok.
Katar’da göçmen işçiler için oldukça zorlu çalışma şartları hakim. Çocuklarını, eşlerini, ana babalarını ülkelerinde bırakan bu çok yoksul halklar “kefil” diye tabir edilen Katarlılara pasaportlarını teslim etmişler. Aylık kazançlarının bir bölümünü “kefillerine” veren, yılda bir defa yaz aylarında pasaportlarını teslim alıp ailelerini görmeye adeta kanatlanarak uçan ve 1 ay kadar hasret giderdikten sonra tekrar çocuklarını ve eşlerini hüzünle geride bırakarak körfez çölüne dönmek zorunda olan bu insanların çoğu inşaatlarda, yol yapımlarında ve diğer ağır altyapı işlerinde çalışıyorlar. Eski ve kötü arabaları kullanan işçiler, akşamüstü olduğunda şantiyelerinden çıkıyor ve şansleri yaver gidip de dönüş yolunda taksi bekleyen bir turistle karşılaşırlarsa ücreti karşılığı gidecekleri yere götürüyorlar. Dedim ya bu tam bir şans işi ve gündüz asgari iş güvenliği ortamından sağ çıkmalarına bağlı. Malum 2022 FIFA Dünya Kupası’na ev sahipliği yapacak Katar’ın, tam da bu sebepten az zamanda çok işçiye ihtiyacı var. Resmi taksi şirketleri emirliğe ait ve bu korsan taksiciler yakalanıp ülkelerine gönderilmekten çok korkuyorlar. Korkuyorlar ama üç kuruş daha fazla kazanabilme umuduyla bu riske giriyorlar.
Katar’daki üçüncü günümüzün akşamı görüşmelerimizi tamamlayıp otele dönmek için yol kenarında taksi beklerken tanıştık Nijeryalı Abiola ile. Yaklaşık 45 dakika kavurucu sıcakta taksi beklemişken, eski hurda aracıyla yanaştı ve Afrikalı ingilizcesiyle selam verdi yorgun ama güleç yüzlü siyah adam. “Gideceğiniz yere ben götüreyim” dedi. 2 kişiydik: ben ve eski dostum, ortağım Kadir. “Korsan taksilere binmeyin sakın ha!” diye uyarmışlardı bizi ama gayri ihtiyari, bu teklife “hayır” diyemedik ve kısa bir pazarlıktan sonra Abiola’nın taksisine atladık.
Arabası çok eski ve bakımsızdı Abiola’nın. Üstelik kavurucu sıcağa rağmen kliması çalışmıyor ve kendisi kanun kaçağı gibi duruyordu ilk bakışta. Ah o iflah olmaz önyargılarımız.. Tekrar selam verip; “Nerelisiniz, buralı olmadığınız çok belli” dedi. “Türkiye’den geldik” dedik çok da aldırış etmeden. “Ne Türkiye mi? Yani Türk müsünüz?” diye sordu, heyecanla sesini yükselterek. Bu heyecanlı tepkiyi ilk başta anlayamamış, doğrusu biraz da endişelenmiştik. Sonra siyah adam, yüzündeki aydınlık bir gülümseme ile bize baktı ve “Türkleri çok seviyorum” dedi.
“Neden?” diye sordum..
“Bundan 3 yıl önceydi” diye söze başladı Abiola, “Türkiye’den büyük bir firma burada yol ihalesi alınca ben de bu firmada şöfor olarak işe girdim” diye devam etti. Kavurucu sıcaklarda ağır inşaat işlerindense şöförlük çok ama çok daha cazip gelmiş. “Şantiye şefi Adanalı mühendis Ali vardı, onun şöförüydüm” dedi, duygulanarak. “Ah Ali ah ne muhteşem bir adamdı” dedi ve ekledi; “siz Türkler çok heyecanlı, tez canlı ve agresif insanlarsınız. Şantiyede bütün Türkler bağıra çağıra iş yapardı. Ama Adanalı Ali bunun da ötesinde bambaşkaydı”.
“Nesi başkaydı ki Ali’nin?” diye sorunca devam etti Abiola; “Bana normal bir insan gibi davranır aşağılamazdı, çok komik küfürler öğretir, söyletir, gülerdi, yani benimle şakalaşırdı” dedi. Öğrendiği küfürleri saymaya başlayınca bastık kahkahayı. Gün yüzü görmemiş ne küfürler öğretmişti bizim Adanalı.
Yolu yarılamıştık, klima çalışmadığı için çölün ortasında camı açarak hava almaya çalışıyorduk ama muhabbetin verdiği keyfe diyecek yoktu. Devam etti Abiola;
“Bir gün mesai sonrası Adanalı Ali bana bir yere gideceğimizi söyledi. Normalde ayrıca böyle bir şey deme ihtiyacı duymazdı çünkü her akşam zaten kaldığı eve bırakırdım. Fakat özellikle bir yere gideceğiz demesi bir farklılığa alametti. O akşam iyi giyinmiş ve hazırlanmış olan Ali’yi aldım. Yolda rutin birkaç telefon görüşmesi yaptı, ben de tarif ettiği yere doğru gittim. Katar’ın en lüks otellerinden birinin önüne gelince “burada duralım” dedi. Ben onu indirip aracı park edip içinde ne kadar beklerim diye düşünürken, Ali bana döndü ve “aracı valeye ver birlikte gireceğiz” dedi. Nasıl olur demeye kalmadan “hadi atla” dedi. Yıllardır memleketimden uzaklarda burada çalışıyorum ancak hiçbir zaman herhangi bir otelin kapısından içeri adımımı atmamıştım. Zaten oteller efendilerin kalma yeriydi, benim gibi bir sefilin otelde ne işi olurdu? Otelin dönen kapılarından girmeden önce Ali’ye dönüp “ben seni bekleyeyim sokma beni içeri” dedim. Dedim ama hiç oralı bile olmadan “yürü” dedi. Ali o akşam şık giyinmişti, benim kılık kıyafet durumum ise içler acısıydı. Bir iş yemeği ya da bir toplantı olacak herhalde diye düşündüm. Peki benim burada ne işim vardı? Otelin girişi ve lobisi binbir gece masalı gibiydi, büyülenmiştim ama utanıyordum da. Sanki herkes bana bakıyordu. Derken Ali otelin ihtişamlı restoranına daldı ve rezerve ettiği 2 kişilik yeri sordu. Kimdi bu ikinci kişi? Bizim Adanalı garip bir adam, tam bir fırtına. Gerçi siz milletçe fırtınasınız. Ali bana döndü ve “masamız burasıymış Abiola, hadi otur yemek yemeye geldik” dedi. Aman Allahım! Beyaz bir adam ve üstelik patronum. “Olmaz” dedim, “bırak çıkayım, bak herkes bana bakıyor. Benim buralara girmem yasak” dedim. Ali sertçe o meşhur Türkçe küfürleriyle esti gürledi. “Ben varken benim yanımda çalışan adama laf söyleyecek kişinin..”.
Nefes almadan dinliyorduk. Gözleri dolmuştu siyah adamın, tabi bizimkiler de. Güneşliğe astığı küçük kızlarının resimlerini bize gösterip, “çok özlüyorum yavrularımı” dedi. “Kim özlemez ki” diyebildim. “3 küçük kızım var, ikisi ilkokula gidiyor, biri seneye başlayacak” dedi. İç savaş, işsizlik, fukaralık sürüklemiş Abiola’yı körfezin çöllerine. “Siz çok farklısınız, buralılara hiç benzemiyorsunuz” diye ekledi. Bir kardeşi daha varmış, “Acaba Türkiye’ye gelip çalışabilir mi, kurtarabilir mi kendini?” diye sordu. O ve onun gibi gurbetçiler için hayata tutunma umudu hep yaban ellerdi. Vuslat ise teferruattan ibaretti.
Adanalı Ali.. Meğer çalıştığı şirket onu başka bir ülkedeki şantiyede görevlendirince yanında çalışan Abiola’ya jest yapmak istemiş. “Hayatımın en lezzetli ilk ve son yemeğini yedim. Benim için Türk demek bu’dur” dedi ve ekledi; “Proje bitince sizinkiler gittiler, o zamandan beri gördüğüm tek Türksünüz. Beni tek adam yerine koyan sizler oldunuz, bir daha gelin” dedi, aracı otelimize yanaşırken. “Sizden para almam” dese de, bir vesileyle parayı vermeyi başarabildik. Helalleştik, hiç dinini diyanetini sormadan.
Unutmadan.. Bu hem acıklı hem de Türk olmanın tarihi sorumluluğunu bir kez daha hatırlatan rastlaşmaların arasında gerçekleştirdiğimiz araştırmamızı harika neticeler alarak raporlaştırdık. Çizdiğimiz yol haritası ve doğru stratejiler ışığında müşterimiz pazara hızlı bir giriş yaparak birbirinden başarılı yatırımların altına imza attı.
Velhasıl.. Bir kez daha idrak ettik ki, “seyahat taassubu yerle yeksan ediyor”. Seyahat, sığlıklarla çevrelenmiş dünyada derinleşebilmek için bir yol açıyor.
İşte benim temennim de bu.. Bugün dünyanın birçok coğrafyasında hüküm süren bu bozuk düzenin getirdiği geri kalmışlığı, cehaleti, kan ve gözyaşını; kendini bilen ve iyilik arayışının müptelası olan o parlak dimağların yani gençlerin durdurması.
Ahmet GÜLER, AGS Global Kurucu Ortak
AGSSphere: Global Pazar Araştırmaları ile erken davranarak hedef pazarınızdaki potansiyelinizi daha iyi anlayabilir, fırsatlara odaklanabilir, pazar payınızı artırarak rakiplerinizi geride bırakabilirsiniz.